27 Şubat 2024
31 Mart'taki yerel seçimlere kabaca bir ay kala herkes ekseriyetle Türkiye'nin değil İstanbul'un seçimini konuşur vaziyette. Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın 28 Mayıs'tan beri 'İstanbul'u geri alma' meselesini öncelikli siyasi gündem haline getirmiş olmasının da İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu'nun bu seçimi kendi siyasi yolculuğu açısından kritik eşik olarak görmesinin de yaratılan atmosferdeki etkisi yadsınamaz. Bu denkleme ittifak bloklarının çözülmüş olması da eklenince çekişme adeta, hükümete muhalif blok içindeki partilerin birbiriyle çekişmesine döndü. Aylardır DEM Parti'nin tartışılıyor olmasının nedeni ise İstanbul'da yaşayan Kürt nüfusun seçimin kaderine etki edebileceğinin bilinmesi.
DEM Parti içindeki 'tartışmalı bir süreç' görüntüsü veren birkaç ayın ardından Kürt siyasetinin deneyimli ismi Meral Danış Beştaş ile Murat Çepni İstanbul Büyükşehir Belediyesi için eş başkan adayı olarak gösterildiler. Danış Beştaş ile Çepni iki haftadır meydanlarda. Yoğun kampanya programı arasında Danış Beştaş ile DEM Parti'nin Beyoğlu'ndaki İstanbul İl Örgütü'nde buluştuk. Geçen sene geçirdiği ağır trafik kazasının izlerini fiziksel olarak yakalamak mümkün değil. Kendisini 'çok enerjik' gördüğümü söyleyince uzun süre ayakta geçen kampanya günlerinin beline aslında hiç de iyi davranmadığını anlatıyor. Ancak fark ediyorum ki meydanlar her şeye rağmen tüm siyasetçiler gibi ona da iyi gelmiş.
Televizyonlardaki tartışma programlarını ne kadar dikkatli takip ettiğini fark edince epey şaşırıyorum. Kendini sol düşünce ile tarif eden bazı meslektaşlarımın son günlerde İmamoğlu'na rakip çıktığı için sarf ettiği cümlelere alındığı, kırıldığı belli oluyor.
Yakın dostu olduğunu bildiğim Selahattin Demirtaş ve Başak Demirtaş ile ilgili sorularımı açıklıkla yanıtlarken Başak Hanım'ın adaylık çıkışı üzerinden yaşanan tartışmanın partiye zarar verdiğini de hala o sürecin izlerini telafi etmeye çalıştıklarını da saklamıyor. O arada bir de manşet veriyor “Başak Demirtaş'ın adaylık düşüncesinden partinin haberi olmadığı doğru değil. Buna şaşıran arkadaşlar bilmiyor ama parti yönetiminin bir bölümü Selahattin Bey'in iletisiyle biliyor konuyu."
Hükümetten çok CHP'ye sitemi var; CHP yönetiminin Kürt meselesi konusunda kullandığı dilin, AKP iktidarının bugün kullandığı dilden çok farklı olmadığını söylüyor. Özgür Özel'in de Ekrem İmamoğlu'nun da kayyımlar konusunda kendilerinden bekledikleri tavrı sergilemediğine dikkat çekiyor. Erdoğan'ı da eleştiriyor eleştirmesine ama 31 Mart'tan sonra Kürt meselesinin çözümü için iktidarla muhataplık ilişkisi kurmaya hazır olduklarını anlatıyor. Bahsettiği ilişki modelini 'Muhataplık, ittifak değil' olarak özetliyor. 2013'teki çözüm süreci sırasında yaptıklarının da bundan fazlası olmadığını savunuyor.
- DEM Parti olarak yerel seçimler öncesinde ne tavır alacağınız tartışırken sanki partinin istikameti konusunda kafalar karıştı. Son 5 senedir seçimlere ittifaklar içinde gidildiği için de özellikle muhalif blok sizden yine ana muhalefet partisi CHP yanında hizalanma yönünde bir beklenti içindeydi. Özellikle de İstanbul başta olmak üzere CHP'nin 2019 yerel seçiminde aldığı büyükşehirler için bu beklenti yüksekti. Ancak DEM Parti kendi adaylarıyla yola çıkma kararı aldı. Siz de o adaylardan birisiniz. DEM Parti ne yapmaya çalışıyor ve izlediğiniz siyaset sizce doğru anlaşılıyor mu? Özellikle muhalif blokta sizi hükümete yanaşma eğilimi içinde gören bir düşünce hasıl gibi duruyor.
Aslında anlaşılıyor. Anlamadıklarını düşünmüyorum. Bu genel olarak DEM Parti'yi ve özel olarak da Kürt halkının iradesini tanımama halinin devamı olan bir yaklaşım ve bunun bin yıllık bir arka planı var. O ret politikasının arka planında 'Türklük Sözleşmesi' dediğimiz mesele var. Şimdi onu çok geniş anlatmayayım, röportaj boğulur oraya girersek. Bugün bize dönük bakışın kaynağında o var.
Biz Türkiye partisiyiz, Türklerin partisiyiz ama Kürtlerin de partisiyiz. Ya da tersten söyleyelim; Türklerin partisiyiz ama Kürtlerin de partisiyiz. Yani herkesin partisi olma iddiasında bir yol haritasıyla yürüyoruz, bir siyaset yürütüyoruz.
- Türkiye partisi olma iddianız karşılık buluyor mu? En çok kimler oy veriyor partinize?
Şu bir gerçek; Kürtlerden ezici çoğunlukla oy alıyoruz. O nedenle de bilinçli bir şekilde Kürt partisi olarak kodlanıyoruz.
- Bu sizi rahatsız ediyor mu ki?
Hayır tabii ki. Kürtlerin partisi olmak, Türkiye'de yaşayan tüm Kürtlerin desteğini almak da çok değerli ama biz sadece Kürt partisi değiliz. Tek başına böyle bir iddiamız yok. Çünkü biz programımızı da tüzüğümüzü de ilkelerimizi de hakikaten Türkiye'de herkesi kapsamaya çalışan bir siyasal perspektifle hazırladık. Bu siyasal perspektifte de 2015'ten beri epeyce mesafe kat ettik.
Bütün diğer siyasi partiler bizi ötekileştiriyor. Bu çok can yakıcı bir şey. İkincisi, diğer siyasi partiler bizi siyasi bir özne olarak sadece kendilerine destek verdiğimiz müddetçe kabul ediyorlar. “Bize niye destek vermiyorsunuz?" sorusunu sormanın anlamı budur. Üçüncüsü, bizim kendi iddiamızı ve kendi politik söylemimizi dikkate almıyorlar. İçerikle ilgili değiller. Şu anda bütün tartışmalar “Kürtlerin oyu kime kazandırır, kime kaybettirir?" gibi çok sığ bir yere indirgenmiş durumda. Bu çok geri bir tartışma. 'stratejik oy' diye bir şeyin yanında bir de 'toplumsal mücadele' var. Bizim görünür kılmak istediğimiz problemler var. Seçim, sadece birine oy verip vermemek değildir. Seçim, toplumun sorunlarına çare bulmanın aracıdır. Çözüm önerilerini ortaya koymaktır. Kendine 'muhalif' diyen televizyon kanallarına bakıyorum, onlar da bize karşı başka bir saldırı içinde. Bizim 'kent uzlaşısı' dediğimiz şeyi onlar 'muhalefete kaybettirme' stratejisi diye lanse ediyorlar. Seçimleri o sığ tartışmaya kilitliyorlar.
- Partiniz diğer muhalefet partileriyle karşılaştırıldığında nispeten özeleştiri verdi diyebiliriz. Yöneticiler değişti, teşkilat yapısı değişti. Bazı yöneticileriniz seçimden sonra seçime girilen isimle Yeşil Sol Parti'nin ilk turda kendi cumhurbaşkanı adayını çıkarmış olmasının daha doğru bir politika olacağını dile getirdi. Oysa siz Türkiye için önerdiğiniz politikalara taban tabana zıt bir siyasi geleneğin temsilcilerinden olan Meral Akşener'in o ittifakın iki ana karakterinden biri olmasına da itiraz etmemiştiniz. Siz de partinizin diğer bazı yöneticileri gibi 2023 seçimlerinin birinci turunda cumhurbaşkanı adayı çıkartmamış olmanızı bir 'hata' olarak görüyor musunuz? Bağlantılı ikinci sorum da şu; ittifak siyasetinin dolaylı bir parçası olmanız 2015'ten beri yürüdüğünüz yola zarar verdi mi?
Biz bunu parti içinde çok geniş değerlendirdik aslında. Başta şunu söyleyeyim; bizim stratejik olarak ittifak siyasetimiz bitmedi. Biz tam tersine, toplumun tüm kesimlerinin ve kurumlarının olabilecek en geniş ittifaklarla birlikte çalışması gerektiğini savunuyoruz. 'Kent uzlaşısı' dediğimiz şey budur. 'Kent uzlaşısı' sadece siyasi partilerle ittifak değildir, o kentin ticaret odalarından kadın derneklerine, vakıflarına tüm sivil toplum alanıyla uzlaşı içinde siyaset yapmak demektir. İttifak siyaseti açısından siyasi partileri değil, o kentte yaşayanların taleplerini öncelikli olarak dikkate alan bir siyaseti savunmaktır. 2019 belediye seçimlerinde ve 2023'teki o vahim 14- 28 Mayıs seçimlerinde ise temel hattımız faşizmi ve tek adam rejimini geriletmek ve demokrasinin önünü açmaktı.
- Bugün geriye dönüp baktığınızda, her şeye rağmen “Faşizmi geriletmek, tek adam rejimini geriletmek, demokrasinin önünü açmak için Millet İttifakı'nın adayı Kemal Kılıçdaroğlu'na oy verdiğimize değdi" ya da “Denemeye değer bir çabaydı" diyebiliyor musunuz?
Şimdi düşünüyorum da çok zor bir soru bu.
- Siz düşünürken ben birkaç faktörü daha hatırlatayım. Sadece siz değil aslında yüzde 48'in çok büyük bölümü Kılıçdaroğlu'na verdikleri oyu 'tek adam rejimini sonlandıracak hamle' olarak gördü, böyle görmek istedi. Ama sonuçta Kılıçdaroğlu'nun daha seçilmeden tek adammış gibi hareket ederek ittifakı genişletme uğruna pek çok kimseye bol keseden 'pozisyon' vaat ettiği ortaya çıktı. Dahası, 14 ile 28 Mayıs arasında Zafer Partisi Genel Başkanı Ümit Özdağ ile yaptığı protokole kayyım uygulamasının devamına geçit veren bir madde eklenmesine izin verdi. Bu perspektiften bakınca yine de “Erdoğan'a karşı yarışan adaya destek vermek faşizmin geriletilmesi için doğru şeydi" diyebiliyor musunuz?
Yok değilmiş… Değilmiş. Biz zaten o protokol açıklanır açıklanmaz bunu kabul edilemez bulduğumuzu ve duruşumuzu ifade ettik. Biz “Faşizmi geriletelim" derken Türkiye'nin en ırkçı ve faşizan yaklaşımını gösteren bir partinin başkanına siz İçişleri'ni veriyorsunuz. Yani dert faşizmi geriletmek değil, iktidarı devralmakmış. Oysaki biz iktidar mücadelesinden ziyade yönetimin demokratikleşmesi, Türkiye'nin umudunun hakikaten yükselmesi, insanların daha güvende olması, demokrasi kurallarının işlerlik kazanması gibi çok temel ve ulvi değerlerle yola çıktık. Ama ben bugün Meral olarak dönüp baktığımda görüyorum ki Kılıçdaroğlu da tıpkı Erdoğan gibi sadece iktidar olmak istiyormuş. Bizim seçmenlerimiz de dahil olmak üzere Türkiye'de insan haklarını ve demokrasiyi esas alan bir düzene geçme hayali kuran herkes şoka uğradı, dumura uğradı. Sadece biz değil, herkes şoka uğradı. Ve düşünün biz masada bile olmadığımız, resmi olarak bir bakanlık talebimizin ya da pazarlığımızın olmadığı bir ortamda destek vermişiz.
- Siyasi hareketinize önemli darbe vuran kayyım politikalarının bir biçimiyle Kılıçdaroğlu ile Özdağ arasındaki protokole girmiş olmasına tepkinizi dile getirdiniz evet. Ama nihayetinde ikinci turda da Kılıçdaroğlu'ndan desteğinizi çekmediniz.
Türkiye'deki genel demokratik gidişatın önünü açmak istedik. Bu amaç çok önemli ve değerliydi. Bizim tutumumuzun önemi, seçim sonuçlarıyla teyit edildi. Diyarbakır'da, Hakkari'de, Van'da Kılıçdaroğlu rekor oy aldı. Bazı Kürt illerindeki oy oranı İzmir'i geçti biliyorsunuz. Seçim sonuçları bizim ne kadar samimi ve dürüst olduğumuzu ortaya koydu. Ama o aynı zamanda güçlü bir kopuş da oldu. Kürtlerde var olan güvensizliğe yeni bir katman ekledi.
- Kılıçdaroğlu'nun süreç yönetimiyle ilgili hayal kırıklığı biraz önce belirttiğiniz gibi aslında muhalif seçmenin genelinde bir duygusal kopuşa neden oldu. Nihayetinde Kılıçdaroğlu kurultayı kaybetti ve liderliği bıraktı. Partinin başına gelen Özgür Özel ile sizin 2019'da destek verdiğiniz İmamoğlu ile şu an birlikte hareket ediyor. Özel'in 4 aylık performansını nasıl buluyorsunuz? Özel sizin kendi ifadenizle 'faşizme karşı durma' konusunda beklediğiniz liderliği gösteriyor mu?
Bunu değerlendirebilmek için daha zamana ihtiyaç var. Ben Özgür Özel'i yakından tanırım. Beş yıla yakın bir süre o CHP'nin ben de HDP'nin grup başkan vekili olarak Meclis'te görev yaptık. Şimdi bu dönemde bir iddiayla ortaya çıktılar. Hemen “Kredisini tüketti" demek istemem doğrusu, genç bir siyasetçi. Başka bir partiyi değerlendirmeyi de çok sevmem, siyaset etiği açısından doğru bulmam. Ama CHP'de iç iktidar tartışmalarının ve kavgalarının ayyuka çıktığını görüyoruz. Bunu zaten herkes görüyor, bütün Türkiye izliyor. Çok talihsiz bir durum ve bu durum kendi seçmenlerinde de bence bir hayal kırıklığı yaratıyor.
Diğer yandan da CHP'de Kürt meselesine yaklaşımda ve dilde en azından sorunları gören ve çözüm önerilerini ifade eden bir değişim gördüğümü söyleyemem. Birçok önemli şehirde CHP bize düşmanlık yapan siyasetçileri yeniden aday yaptı. İşte Tanju Özcan, işte Muhittin Böcek…Özcan bize resmen küfreden bir zat. Biz kendisini ciddiye almayız, dikkate de almayız. Ama neticede bu tercihler Genel Merkez'de bir yaklaşım ortaya koyuyor gibi.
- Partinizin 2023 seçimlerinde İstanbul'daki oy oranı yüzde 8 olmuştu. Siz 31 Mart'ta bu oranın kesinlikle yükseleceği iddiasındasınız. Ama ben İstanbul'da sıklıkla şu şekilde özetleyebileceğim bir yoruma denk geliyorum; “DEM eğer Başak Demirtaş'ı aday gösterseydi yüzde 10 bandına çıkabilirdi ama Meral Danış Beştaş ve Murat Çepni ile seçime gidildiği için o kadar yüksek bir oran yakalamaları mümkün değil." Tahmin ediyorum buna benzer yorumlarla sahada siz de karşılaşıyorsunuz. Bugüne kadar partinin çok önemli pozisyonlarında görev almış, kamuoyunda en çok tanınan isimlerinden biri olarak bu tür bir yoruma maruz kalmak sizi rahatsız ediyor mu?
Tabii ki rahatsız edici. Selahattin Bey benim partiden çok önce daha avukatlık yıllarımızdan beri bir dostum, sonra mücadele arkadaşım. İHD'de bile yöneticilik yaptık birlikte. Başak onun eşi ama benim ondan bağımsız olarak da arkadaşım. Ayrıca Başak zaten “Adayım" demedi “Koşullar el verir ve partim önerirse aday olabilirim" dedi. Sorunuza cevaben şunu söyleyebilirim; söz konusu Selahattin ve Başak olduğu için kişisel olarak hiç rahatsız değilim. Çünkü onlar benim arkadaşım, görüştüğüm insanlar. Ama tabii sizin bu söylediğiniz konuşmalara ben de denk geliyorum. Hele de televizyonlarda bu olay bir siyasi malzeme olarak öne sürülüyor ve bilinçli olarak tartıştırılıyor. İşin o boyutu çok çok rahatsız edici. Metalaştırılıyoruz.
- Televizyonlardaki tartışma programlarını sıkı biçimde takip ettiğinizi anlıyorum.
Tabii bakıyoruz. Açıkçası iki taraf da bizi metalaştırmaya çalışıyor. İktidara yakın televizyonlarda “Meral Hanım'ı koydular ki daha az oy alsınlar" diyenleri görüyorum. Gerçi tabii “Meral Hanım sıradan bir şahsiyet değil" diyen yorumcular da var ama iktidar cenahından bana 'tavşan aday' diyen biri bile çıkmış. Ciddiye almıyorum onları. Ama bu tartışmaların partimize yönelik bir saldırı aracı olarak kullanılmasından büyük bir rahatsızlık duyuyorum. İkincisi de bu söylemler benim emeğime, verdiğim mücadeleye büyük bir saygısızlık. Ben 2009'dan beri bu partinin yönetimindeyim. Bütün Türkiye bilir beni. Buraya herhalde öylesine gelip, yan gelip yatmak için aday olmadım. İstediği sözü söyleyemeyecek, sözünü partisine anlatamayacak, köşede duracak biri değilim. Zaten bu lafları söyleyenler de benim öylesine aday yapılmadığımı gayet iyi biliyorlar. Siyasi çatışmada araçsallaştırılmaktan rahatsızım, yoksa bizi tartışanların hepsi iddiamızın ne kadar yüksek olduğunu biliyor.
- Başak Demirtaş'ın aday olma arzusunu dile getirdiği dönem, o sizin çok benim epey az takip ettiğim televizyon programlarında “İstanbul'da İmamoğlu'na kaybettirme karşılığında eşi eve dönecek" şeklinde konuşmalar yapanlar oldu. Bu sürecin sonunda Başak Demirtaş'ın çekilmesinin ardından Selahattin Demirtaş bu söylentilere yanıt verirken DEM Parti'ye sitem de etti. O sürecin kendisi ve “AKP ile pazarlık yapıyorlar" şeklindeki söylentiler partinize zarar verdi mi sizce?
Tabii ki bu tartışmalar aslında zarar veriyor. Şu açıdan zarar veriyor; bizim seçmenin kafasını karıştırıyor. Seçmenimiz “Acaba ne oluyor?" diye bir merak içine giriyor. Bu bile başlı başına sorgulanan bir şey oluyor. Gittiğimiz yerlerde de soruluyor. Sonra işte demin bahsettiğim televizyon tartışmaları üzerinden seçmenimizin kafası daha da karıştırılıyor. “DEM Parti aday çıkardı ama seçmenler Meral Hanım'a oy vermeyecek, verse bile yarı oranında verecek" denilerek seçmenimiz manipüle ediliyor. Bilinçli bir yönlendirme, bilinçli bir manipüle etme hali var. Sorunuza dönersem, “Hiç zarar vermedi" demek mümkün değil. Ama bunu toparlamaya çalışıyoruz. Telafi etmeye çalışıyoruz.
- “Hiç zarar vermediğini söylemek mümkün değil ama toparlamaya çalışıyoruz" dediğinize göre oradan ilerleyelim. Bu yorumunuz şu anlama gelmez mi; “Başak Demirtaş niyetini kamuoyuna açıklamadan önce parti ile istişare ederek ilerlese daha iyi olurdu." Bunu mu söylemeye çalışıyorsunuz?
Ben Başak'ın açıklamasının zarar vermesinden söz etmiyorum. Bu sürece ilişkin yapılan tartışmanın verdiği zarardan bahsediyorum.
- Ama sonuçta o tartışmaların yapılmasını mümkün kılan şey Başak Demirtaş'ın önce adaylığı arzu ettiğini kamuoyuna açıklayıp sonra geri çekilmesi olmadı mı? Bu soruyu şunu da hatırlatarak sormuş olayım; Selahattin Demirtaş 2023 seçimlerinde partinizin kendisini aday göstermesini teklif ettiğini ancak bunun parti yönetimi tarafından uygun bulunmadığını açıkladı. Ama bunu o tartışma esnasında değil, sonradan açıkladı. Bu açıdan bakıldığında Başak Demirtaş'ın İBB için adaylık arzusunu daha parti içi tartışma yaşanmadan ve ortak bir karar çıkmadan kamuoyuna açıklamasının başka bir anlamı yok muydu?
Ortak karar verilmemiş olsa da Selahattin Bey, Başak'ın böyle bir düşüncesi olduğunu partiye iletmiş aslında. Ben o sürecin nasıl işlediğine baktım, araştırdım, muhataplarıyla görüştüm. Yani bu durum partiye iletilmiş ve partinin bilgisi var. Sonradan partiden bazı arkadaşlarımız “Sürpriz oldu" dediler ya, aslında onlar bilmiyormuş ama partinin bilgisi var. Parti yönetiminin bir bölümü Selahattin Bey'in iletisiyle biliyor konuyu. Fakat çok yoğun bir dönem ve parti kurulları henüz olayı olgunlaştıramamış, tartışamamış. Yani henüz tartışılmamış ve karar verilmemişken bu açıklama olunca zamanlamada bir denk gelememe hali oluşmuş. Bunu da ilk kez açıklıyorum. Daha önce söylemedim çünkü bu kadar ayrıntı sorulmadı. Başak bizim partili arkadaşımız, Selahattin Bey çok değerli. Birlikte yol yürüdüğümüz eski eş genel başkanımız, cumhurbaşkanı adayımız. Onların yıpranmasına da gönlüm razı değil.
- Başak Demirtaş'ın adaylığı partiniz ile Selahattin Demirtaş arasında derin görüş ayrılıkları olduğunun düşünülmesine neden olan tek şey değildi. Zaten son birkaç senedir Selahattin Demirtaş pek çok eleştiri getirdi partiye. Hatta öyle ki “Demirtaş partiden kopuyor mu?" ya da “Demirtaş kendine başka bir siyasi hat mı belirliyor?" diye düşündürtecek çıkışları oldu. Eşinin adaylığı konusu da doğal olarak benzer çerçevede değerlendirildi. Bunların toplamı DEM Parti seçmenindeki bahsettiğiniz kafa karışıklığının sebeplerinden değil midir?
Özellikle o cumhurbaşkanlığı seçiminde adaylık meselesini sahada seçmenler sordular. Tabii ki kamuoyundaki tartışmaları da görüyoruz. Biz de bunların hepsini yakından izliyoruz. Bu tartışmaların geneline dair şunu söyleyebilirim; bizim partide kendi aramızda tartışma olur.
Ben Selahattin Bey ile, Gültan Hanım'la, Figen Hanım'la çok yakın çalıştım. O dönemlerde eş genel başkan yardımcısıydım. Kendi aramızda bir konuyu olgunlaştırmak için saatlerce konuştuğumuzda farklı fikirler olabiliyordu. Bu bizde hep var. Bir de şimdi bugünkü durumda Selahattin Bey içerde ve dışardaki yönetim içindeki tartışmaların hepsine belki vakıf değildir. O nedenle böyle bir görüntü zaman zaman çıkıyor olabilir. Ama ben buradaki asıl hatla ilgiliyim. 15 gün önce, yani bu tartışmadan sonra, Selahattin Bey'i ziyaret ettim.
- Sizin adaylıklarınız açıklandıktan sonra mı?
Evet. Çok mutluydu. Zaten adaylığım açıklandıktan sonra Twitter'dan da başarı dileklerini iletmişti. Onun partiyle yol yürümesi noktasında zerre miskal kadar bir tereddüdü yok. Bunu çok gönül rahatlığıyla söylüyorum. DEM Parti'nin yürüyüşü, mücadelesi, siyaseti konusunda esastan asla bir itirazı yok. Ama iletişimde bazen sıkıntılar olabiliyor. Bir avukat arkadaş her gün ziyaret ediyor kendisini. Ama doğal olarak aktif işleyen yönetimin her adımından anında haberi olması beklenemez. Şunu da hatırlatayım; o bir tutuklu değil, bir rehin. Böyle bir ortamda dışarda bir karar alınmadan önce kendisi bir değerlendirme yapmış olabiliyor. Ya da aynı konuda o başka bir şey düşünüyordur. Rehin olmasa, orada olmasa, konuşabilsek, tartışabilsek belki birbirimizi ikna ederiz ya da belki biz ikna oluruz. Ama işte bir iletişim olmadan bir şey söylenmiş olabilir. Nüanslar olabilir. Sizin gibi konuya objektif bakan gazetecilere ayrı tutarak söylüyorum, bazıları da bilerek bunun üzerinde tepiniyor.
- Selahattin Demirtaş'ın ne söylediğini sadece kamuoyu değil, gördüğümüz kadarıyla Cumhurbaşkanı Erdoğan bile yakından takip ediyor. Hatta şu lafı hatırımızda; “Edirne'deki İmralı'dakine hesap verecek."
Bir yandan tecrit uyguluyor, diğer yandan siyasete malzeme yapmak istediğinde “Edirne'deki İmralı'dakine hesap verecek" diyor. Madem öyle görüşsünler, niye görüştürmüyorsunuz? Telefonla iletişim kursunlar, o zaman görelim kim kime ne diyor. Çünkü tamamen siyasi olarak speküle ediyor. Bunu niye yapıyor? Çünkü Kürt meselesinin çözümünde Öcalan'ın muhatap olduğunu biliyor, o konudaki iradesini, gücünü biliyor. Barış sürecinde ortaya çıkan tabloyu çok iyi biliyor.
- Selahattin Demirtaş demişken kamuoyuna sunduğu son mektuptaki en can alıcı bölümü hatırlatmak istiyorum. Şöyle demişti; “DEM Parti, iktidar partisi dahil ana muhalefet ve diğer tüm partilerle görüşebiliyorsa görüşmeli, ilkeler çerçevesinde ve demokrasinin gelişimi için uzlaşabiliyorsa uzlaşmalıdır. Bizim için 31 Mart seçimlerinden çok, 1 Nisan ve sonrası önemlidir." Bu sözler yerel seçimlerden sonra AKP hükümetiyle yeni bir süreç başlatma arzusunda olduğunuz şeklinde okunuyor haliyle. Demirtaş'ın mesajları ile sizlerinkileri yan yana koyup sormak isterim; hükümetle bu yönde bir temas var mı? Cumhurbaşkanı Erdoğan 31 Mart'tan sonra 'çözüm' gündemine dönebileceğine dair sinyaller veriyor mu size?
Birincisi, şu ana kadar bir görüşme yok. Kesin bir dille söylüyorum. Bizim aramızda 1 Nisan sonrasına dair konuştuğumuz, planladığımız, söz aldığımız, söz verdiğimiz bir şey yok. İkincisi, biz parti olarak şunu çok net söyledik; özellikle 14- 28 Mayıs'tan sonra yapacağımız bütün görüşmeler şeffaf olacak, ittifak yapacaksak bunu ilan edeceğiz. Kapalı kapılar ardında hiçbir görüşme, temas ve uzlaşı olmayacak. Bu seçmenimize verdiğimiz, Türkiye kamuoyuna verdiğimizi söz. Üçüncüsü, 2013'te çözüm süreci dönemi hakikaten herkesin nefes aldığı bir süreçti. Benim Diyarbakır'da da bir evim var. Oraya gittiğimde polisinden, genç bir kadınına, yaşlısına herkes gülümsüyordu. Bir çözüm umudu vardı, güçlü bir ihtimal vardı. Sadece Kürtler değil, halkın yüzde 70'i destek veriyordu. Anketler de bunu gösteriyordu. Bu olabilmişti çünkü dil normalleşmişti. Ötekileştirme, düşmanlaştırma, kutuplaştırma yerine çözüm odaklı bir dil kullanılıyordu.
- Çözüm süreci biliyorsunuz bir 'AKP projesi' olarak görüldüğü için bugün kendini 'muhalif' olarak tanımlayan pek çok siyasi yorumcunun hayli eleştirel yaklaştığı bir konu.
Biz o dönemde partideydik ama aynı zamanda Mecliste'ydik ve siyaset yürütüyorduk. Her zaman da şunu söylüyorduk; Adalet ve Kalkınma Partisi bizim iktidar olarak muhatabımız ama bizim ittifak ortağımız değil. Biz onunla ittifak yapmadık. Bu sorunun çözümü için görüştük. Başka bir parti iktidarda olsa yine görüşürdük. Bugün için de aynı şey söz konusu. Bu, seçimle ilgili bir mesele değil. Seçimi çok aşan, seçimin üstünde ve Türkiye'nin geleceği açısından en hayatı mesele. Bugün Adalet ve Kalkınma Partisi ile ittifakımız yok, görüşmemiz yok.
Bizim siyasi mücadelemiz içinde seçimin sonrasına ertelemediğimiz bir dolu şey var. Mesela tecridin kaldırılması için bir kampanya yürüyor. Özgürlük Yürüyüşü yapıldı. Pazar günü İstanbul Esenyurt'ta miting yapıldı. Çünkü biz bu yolların açılmasını istiyoruz. Meselenin artık konuşarak ve diyalogla çözüm yoluna girmesi noktasında irade koyuyoruz. Seçim öncesi, seçim sonrası ayırmadan böyle bir talebimiz ve mücadelemiz var. Biz siyaseti sadece seçimlere sıkıştırılan bir olgu olarak görmüyoruz. Biz siyaseti bir toplumsal mücadele olarak da görüyoruz.
- Muhalif kanallardaki yorumcu arkadaşlar şimdi bu cümlelerinizi okuyunca yine “DEM Parti hükümete yanaşıyor" diyecek.
Evet, diyebilirler. Dedim ya söylediklerimiz bilinçli olarak manipüle ediliyor genelde.
- Şunu diyorsunuz; “Şimdi bir temas ya da hazırlık yok ama seçim sonrasında hükümet adım atarsa kapınız açık."
Seçim sonrasında diyelim ki böyle bir ortam oluştu, tabii ki varız çözüme. İktidar tarafından böyle bir adım atılırsa, ittifak yapmak için değil muhataplık açısından tabii ki görüşürüz. Zaten 2013'te de meseleye aynı şekilde yaklaşmıştık. İttifak değil muhataplık.
- Ama 2013'te Türkiye bambaşka bir politik iklimin içindeydi. Ülke tarihindeki en yaygın sivil toplum direnişi olan Gezi protestolarının yapılabildiği bir Türkiye idi. Aradan geçen 11 sene içinde AKP iktidarı ülkeyi demokratikleştirme ajandasını bir kenara atarak güvenlikçi bir devlet anlayışına ve otokratik uygulamalara döndü. 11 sene önce televizyonlarda tartışılabilen şeylerin onda birini söyleyen birisinin bugün kendini bir terör soruşturması kapsamında bulma ihtimali son derece kuvvetli. Bugünün Erdoğan'ından ve AKP'sinden çözüm için samimi bir adım beklemek ne kadar gerçekçi sizce?
Biz burada beklentiyi aşan bir psikolojideyiz. Bunun mücadelesini yürütüyoruz. Yani bu konuda direniyoruz. Arkadaşlarımız hala cezaevinde. Çözümün gerektiği konusunda hiçbir tereddüdümüz yok, o yüzden de hiçbir 'fakat'mız yok. Biz demokratik siyaset yürütürken bu konuda birçok tartışmaya muhatap olduk bugüne kadar. Bugün iktidar kendisine oy vermeyen herkesi 'terörist' görüyor. O konuda sizinle aynı fikirdeyim. Ama bizim bugünkü açmazımız sadece iktidarın bu tutumu değil. Tamam o 'terörist' görüyor ve elinde güç var, peki CHP'den ve diğer partiler Kürt meselesi için herhangi bir tavır ortaya koyuyor mu? Hepsinin çözüm sürecini neredeyse bir günah olarak kodlayan bir dilleri var.
Meclis'te de onlarla yaşadığımız en büyük tartışmalarda hep bu vardı. En ufak bir şeyde “Efendim siz de Salih Müslim ile görüşmediniz mi?" ve bunun gibi çözüm sürecini hükümetin en büyük günahı olarak gösteren bir açı. CHP ile aramızda mesela böyle bir açı farkı var ve bu ciddi bir açı farkı. Biz çözüm sürecinin devam etmesi gerektiğini, bugün yine sorunun konuşularak çözülmesi gerektiğini savunurken, bu ülkenin muhalefeti tam tersi bir dil kullanıyor. Kendine 'Demokratım' diyen muhalefet partisi siyasetçileri de bu sorunu tanımıyor.
- “Bu ülkede herkes eşittir, Kürtler daha az eşittir" diye bir cümle kurduğu için MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli'nin eleştiri oklarından nasibini alan da Özgür Özel'di ama.
Bu tabii ki değerli ve önemli bir laf. Ana muhalefet partisinin genel başkanı en azından bunu söyleyebildi. Ama CHP'nin kayyım politikasına karşı saysanız 10 tane açıklaması yoktur. Mesela bugün kamuoyu çözüm süreci için adımı neden iktidardan bekliyor, neden muhalefetten bekleyemiyor?
Hadi işin bam teline gelelim. Ekrem İmamoğlu'na biz 2019'da destek vermeseydik ve İstanbul'da yaşayan Kürtler kendisine oy vermeseydi? Hayır. Bunu herkes biliyor. 2019'da İmamoğlu'na seçimi biz kazandırdık. Peki İmamoğlu bizim 50 belediyemize kayyım atandığında, o duruma karşı duran kaç tane cümle kurdu hatırlıyor musunuz?
Ekrem Bey, Selçuk Mızraklı'yı ziyaret etti, Atatürk portresi hediye etti. Onun dışında da bir şey olmadı. Ama Ekrem İmamoğlu hakkında bir dava açıldığında biliyorsunuz bütün kanallar 24 saat yayın yaptı “Yetkiler kısıtlanıyor, belediyeye el konuluyor" diye. Halbuki biz şunu dedik; “Bugün kayyıma ses çıkarmazsanız yarın herkese kayyım gelecek" ve nitekim oldu. Evet böyle bir iktidar var ama bir de böyle bir muhalefet var. Kürt meselesi söz konusu olunca hepsi aynı retoriği tekrar ediyor. İşin özü bu, bizim de mücadelemiz tüm bunları aşmaya dönük.
- Selahattin Demirtaş'ın o son mektubunda işaret ettiği 'üçüncü yol siyaseti' kavramını DEM Partili yöneticiler olarak sizler de sık sık kullanıyorsunuz. Nedir o üçüncü yol?
Biz sadece Kürtlerle görüşmüyoruz. Sivil toplumdaki herkesle görüşüyoruz; vakıflar, odalar, dernekler... Ve kiminle görüşsek şunu duyuyoruz; “İki tarafa da oy vermek istemiyorum. Üçüncü yolu tercih ediyorum." Bizim 'üçüncü yol' dediğimiz toplumsal mücadeleyi büyüten, yerinden yönetimi örgütleyen, yerel demokrasiyi güçlendiren, kadınları söz ve karar sahibi kılan, gençliği hakikaten rolünü oynamasına izin veren, kentleri bir rant alanı olarak görmeyen bir anlayış.
- Toplumun genelinde sizin bahsettiğiniz türde bir 'toplumsal mücadele' için yeterince iştah görüyor musunuz?
Tabii ki kolay değil, onu söyleyeyim. Çünkü toplum seçim gündemine sıkıştırılmış vaziyette. Siyasi mücadele de seçime indirgenmiş vaziyette. Hep ikili bir bakış, “Şuna mı, buna mı oy vereceksin?" diye. Sanki başka seçenek yokmuş gibi, sanki seçeneksizmişiz gibi. Biz seçenek olduğunu söylüyoruz. Evet, büyük bir kutuplaştırma var. Ama emin olun ben toplumda o ışığı görüyorum. Gittiğim her yerde yaptığım konuşmalardan, aldığım telefonlardan ve mesajlardan görüyorum. “Biz iki tarafa da mecbur değiliz" diyen bir kitle var.
Bugün bu ülkede artık çatışmanın bitmesi gerektiğine dair söz söyleyen bir tek biz varız. Konuşarak çözelim; biz bu rolü üstlenmek istiyoruz ve bu rolü üstlenebilmemiz için de silahların susması gerekiyor. Bizim halkımızın çok yüksek bir hassasiyeti var ve biz bu iradenin karşılık bulması için siyasi mücadeleye devam ediyoruz.
- Öcalan'dan hiç haber yok mu hâlâ?
Bir ara danışman arkadaşlarla oturduk çalıştık dünyadaki benzer uzun tutukluluk örneklerinde ne tür uygulamalar olmuş diye. Mandela'nınki gibi tek kişilik hapishaneler var. Ama bu tür bir tecrit halinin dünyada örneği yok. Bu kadar büyük bir iletişimsizlik yok.
Ailesiyle bir telefon, bir mektup bile yok. Kız kardeşi bir telefon açamıyor ya da avukatı gidip kendisiyle temas edemiyor. Bir mektup yazamıyor, mektup alamıyor. Yaşadığından bile şüpheye düşüyor ailesi.
- Bu konuda partinizin yaptığı açıklamalara göre Öcalan'dan haber alınmayan süre yaklaşık 35 ay. Gerçi arada Adalet Bakanlığı 'İmralı'daki hükümlünün' durumuna dair mutat açıklamalar yapıyor. Ama sizlerin haber alamadığı süreci düşündüğümüzde bu şu anlama mı geliyor; devlet aldığı ya da almadığı bir siyasi pozisyondan dolayı Öcalan'ı suskunluğa mı mahkûm etti? Bunu bu şekilde soruyorum çünkü daha öncesinde siyasi mesajlarını dışarıya iletmesine bir biçimde izin veriliyordu. Hatta 2019'da İstanbul için ikinci seçim öncesinde akademisyen Ali Kemal Özcan kendisine gönderilmiş ve onunla bir mektup göndermişti.
Bildiğim kadarıyla avukatları en son 2019'da görüşebildi. Siyasi heyet zaten görüşemedi o dönemde. Bahsettiğiniz gibi ikinci İstanbul seçimi öncesinde bir akademisyen garip bir şekilde götürüldü kendisine.
- Yani sonuçta siz Öcalan'ın ne düşündüğünü bilmiyorsunuz ama devlet biliyor. Devletin yetkililerinin gözetimi altında, her şeyi kayıt altına alınan bir hükümlüden bahsediyoruz.
Ben şöyle bakıyorum meseleye; şu anda savaş siyaseti, kutuplaştırma siyaseti iktidara kazandırıyor maalesef. Yani 14- 28 Mayıs'a da 'beka' diye diye gittiler. Biliyorsunuz Erdoğan daha seçim gecesi Selahattin Demirtaş ile ilgili çağrı yaptı. Bu toplumu kutuplaştırarak, savaş siyasetini içeride, dışarıda devam ettirerek kazandıklarından vazgeçmek istemiyor. Oylarını bu şekilde konsolide ettiğini düşünüyor. CHP'ye bile bizim üzerimizden vuruyor. Zaten aslında herkes birden bize vuruyor. Sürekli olarak odak noktası biziz. Tartışma bizim etrafımızda dönüyor.
- Ekrem İmamoğlu da diyor ki “Şu an bütün tartışma benim üzerimden yürüyor."
Benim duygum da şu; vallahi hepsi bir, ben tek kaldım. Bu sabah okuduğum gazete haberlerinden, dün geceki televizyon yayınlarında herkes bana vuruyor. Düşünün yani, kendisine 'solcu' diyen yazar da bana vuruyor. Ekrem İmamoğlu yalnız değil, onu destekleyen onlarca medya mecrası var ve hepsi de bize saldıran bir dil kullanıyor. Ben tekim ama tek başıma başa çıkarım onlarla (gülüyor). Öte taraftan iktidar medyasının dilini zaten biliyorsunuz.
- İktidar medyası sizin Ekrem İmamoğlu'na rakip olduğunuza bir türlü inanmadı. Onlara bakılırsa sizlerin aday gösterilmesi 'bir senaryo' ve CHP- DEM ittifakı aslında devam ediyor.
Yani onlar kendilerini şu anlık bir yol haritası çizmişler, öyle bir dille gidiyorlar. Bizim aday gösterilmemiz bile değiştiremedi o yayınların içeriğini.
- CHP yönetimine Kürt meselesine karşı kayıtsız kaldıkları yönünde büyük eleştiri getiriyorsunuz ama sonuçta İstanbul'da sadece 17 ilçede belediye başkan adaylarınız açıklandı. Aday çıkarmadığınız 22 ilçede CHP ile uzlaşı sağladığınız anlaşılıyor. Şu anda içinde bulunduğumuz İl Örgütü'nüze ev sahipliği yapan Beyoğlu ilçesi de bunlardan biri. Buraya gelmeden önce konuştuğum bir kamuoyu araştırmacısı “DEM aday göstermediği için CHP Beyoğlu'nu alabilir" şeklinde bir yorum yaptı. Beyoğlu kararınızda mesela, etken nedir?
'Kent uzlaşısı' dediğimiz şey işte. O bölgeye has dinamikler, yerelde yapılan görüşmeler ve bize yapılan öneriler esas alınıyor.
- Beyoğlu'ndaki Kürt seçmenin “Buradan aday göstermeyin" gibi bir mesajı mı olmuş olabilir size?
Bu da bir etkendir. Muhtemelen genel kanaat çıkmıştır onun üzerinden. Aday gösterilmemiştir. Seçmenimiz serbesttir. Biz büyükşehir için çalışıyoruz.
- 31 Mart sonrası için siyasette hedefiniz nedir? Mesela partiniz 2014'te İstanbul için Sırrı Süreyya Önder'i aday göstermişti. Kendisi şu an Meclis'te grubunuz adına meclis başkan vekilliği görevini yürütüyor. Siz de 31 Mart'tan sonra ulusal siyasette kalmaya devam edeceksiniz herhalde değil mi?
Kazanacağım! İstanbul Büyükşehir Belediyesi Başkanı seçilemezsem de Erzurum milletvekili olarak görevime devam edeceğim. Tabii ki mücadeleye devam.
Cansu Çamlıbel kimdir?Cansu Çamlıbel, Orta Doğu Teknik Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi bölümünden mezun oldu. Yüksek lisansını, Britanya'daki Cardiff Üniversitesi'nde Uluslararası Gazetecilik bölümünde yaptı. 2002 tarihli master tezi, "Türk medyası ve otosansür sorunsalı" başlığını taşıyor. |
“HTŞ şu an Türkiye’ye müzahir, doğru davranılırsa Türkiye’nin kontrolünde olur. Şam’da ilk görüntünün sivil bir görüntü olması daha doğru olurdu... Bahçeli’nin öne çıkardığı süreçte ilerleme olursa PYD ile görüşülebilir. Kobani, Kamışlı, Haseke’ye çekilirlerse böyle bir şeyden korkmanın anlamı yok”
Emevi Camii’ne girip namaz kılma opsiyonu zaten olmadığı için soruyu şöyle sorayım; Esad düştükten sonra Şam’a giderek sokakta Colani ile birlikte gezen ilk üst düzey yabancı yetkili CIA Direktörü William Burns olsaydı ne düşünürdük?
“İktidarın Öcalan hamlesi Putin’in Kadirov hamlesini andırıyor, Esad rejiminin düşmesi bu hamleyi hızlandırabilir. Suriye’deki Kürtlerin varlığını bir anayasa taslağıyla ilk teslim eden Rusya’dır”
© Tüm hakları saklıdır.